7 Aralık 2010 Salı

Bir o kadar yakın ve bir o kadar uzak; Başıboş Hüseyingazi Kayalıkları


Ankara’nın hemen kıyısında şehir-içi otobüslerle dahi ulaşılabilecek yakınlıkta olan Hüseyingazi Kayalıkları, bir türbenin de bulunduğu genişçe bir alana yayılıyor. Manzara görece iyi; Ankara ayaklarınızın altında, bozkıra ve beton yığınlarına biraz uzaktan bakabilme şansına bile sahipsiniz…

Yaklaşık 2 yıl önce İstanbul’dan Güçlü’yle geldiğim kayalıklarda 2 gün boyunca hem aletli (geleneksel) hem de spor tırmanmıştık. Bu sefer günübirlik, sabah sıcak yatağımdan uyanarak gidiyorum kayaların altına. Güçlü’süz Hüseyingazi ve tırmanış ise eksik olurdu; neyse ki bu eksikliği yaşamadık, yaşatmadı.

Arabaları türbenin park yerine bırakıp, 15-20 dakikalık bir yürüyüşle tırmanacağımız bloklara geldik. Uğur bize bir yandan rotaları gösteriyor, bir yandan da top seslerinin eşliğinde bir an önce ısınıp sol tarafta biraz kuytuda kalan rotalara geçmenin hesabını yapıyorduk. Askeri bölgeye yakın olduğu için hedef olma olasılığımız bir hayli yüksekti, hele sert bir hamle yaparken bir yandan da top tüfek sesleri daha da heyecanlı yapıyordu tırmanışı. Günler kısa ve Pazar tırmanamayacak olmamız yüzünden, her ne kadar geleneksel malzemeleri taşımış olsak da sadece boltlu rotalara girdik.

A Bloğun en sağındaki Serbest Bölge (V+) ve Saçma Sapan (VI-) rotalarında ısındıktan sonra sol taraftaki rotalara doğru kaydık. Kaya yapısı farklı biraz; kirectaşı değil, Karakaya’ya da pek benzemiyor, Ankara taşı olarak da bilinen Andezit olabilir. Kayanın koyu rengi ve nemli gözüken kayganımsı yapısı biraz ürkütse de birkaç rotadan sonra alışıyor insan.

Daha önceki gelişimde Güçlü ile denediğim Lokum ve Kahve (VII+)’yi bu kez çıkıyorum. Sağolsun Uğur ekspresleri takıp çıkıyor rotaları, bize de flashlamak kalıyor. Öztürk Kayıkçı’nın açtığı Baget (VII+) rotası da kısa bir çatlak hattıyla başlayıp bir kilit bir dinlenme şeklinde geçen etaplarla devam ediyor.

Terapi(VIII-) rotası ise Baget’in hemen solundaki, ilk 2 boltu farklı ve üstte Baget ile birleşen bir hat. Aralarda kahve molası verip, güneşli bozkır havasının tadını çıkarıyoruz. Girişi negatif ve küçük balkon geçişiyle tırmanılan Kuş Yuvası(VII-) rotasında ise ilk denemde balkondan kalkamayarak oturdum, inip tekrar girdim ve çıktım rotayı.

Günün son rotası ise sert boulder hamleleri ile bezeli Jaws(VIII-)’dı. Sanırım şimdiye kadar girdiğim en sert VIII- , hatta VIII- demeye dilim bile varmıyor, kısa ama sert bir rota. Bir kez girmeme rağmen çözdüm biraz rotayı. Gün kararmaya başlamıştı artık. Hızlıca malzemelerimizi toplarlayıp, arabaların yanına vardığımızda hava kararmıştı iyice. Ankara ışıl ışıl yeni bir geceye girerken, birer bira ile tırmanış yorgunluğumuzu atmayı da ihmal etmedik bu manzarada.


Ankara’nın hemen yanıbaşındaki bu bölgenin ise bu kadar ilgisiz ve yalnız bırakılmasını ise pek anlayamadım, oysa köklü dağcılık klüplerinin ve birçok üniversitenin çok yakınındayken; Ve işte bir o kadar yakın, bir o kadar uzak; Hüseyingazi Kayalıkları…

4-5 Aralık 2010
Erkin ÇAKMAK

Not: Bazı fotoğraflar 2008 yılında çekilen fotoğraflardır.











30 Kasım 2010 Salı

Kara Delik’te Chaos; Gayve Lezbiyen zamanı!



Kurban Bayramı’ndaki uzun tatili çok eğlenceli bir ekiple Nepal’de geçirsem de aklım kayalarda kalmadı değil. Soğuk kış günleri ise bir türlü gelmek bilmedi, bahar havası gibi dışarısı… Neredeyse 2 haftadır tırmanamıyorum, haftaiçi her internete girişimde havayı yokluyorum.

Cuma günü uzun telefon görüşmelerinden sonra Ankara’dan Geyve’ye gidecek kimseyi bulamadım. Ama yine her şeyi göze alarak, Cumartesi sabahı biraz da oyalanıp tek başıma çıktım yola. Kasım ayının sonları olmasına rağmen güneşli, yağışsız havalar devam etmekte.

İlk gün hava kapalı olsa da yağış olmadığı için sanşlıyız. Birkaç rotada ısındıktan sonra hedefimiz Kara Delik(IX) rotası. İkinci denememde çıktım rotayı, çok sert bir kilidi yok fakat kilitteki yukarı uzanma hamlesini ucu ucuna yapıyorum. Rotanın üst kısmı ise hafif negatiflikten dolayı yorucu biraz. Takoz dergisinde yayınlanan bilgilere göre rota IX derece fakat yumuşak bir IX diyebiliriz.

Akşam kampta köfteleri odun ateşinde götürüyoruz, yanında tadımlık kırmızı şarap sonrasında birer bira ile keyfimiz yerine geliyor. Geyve’nin sevdiğim taraflarından biri de bu sakin ve huzurlu kamp ortamı.



Pazar günü güneşli bir güne uyanıyoruz, hava mükemmel. Oyalanarak bir kahvaltı yapıp kayaların altına kayıyoruz. Yine birkaç rotada ısındıktan sonra Yücel ve Selim’in ekpresleri taktığı Chaos (IX-) rotasına çeviriyorum hedefi. İlk denememde kilidi geçmeme rağmen sonraki hamleleri sıralayamadım ve oturdum. Yine ikinci denemede rota geliyor; biraz stresli de olsa geçiyorum kilidi üstlerde ise biraz hızlı hareket ederek rotayı temizliyorum.



Bugün Ersin ve Güçlü de Kara Deliği birkaç denemeden sonra gönderiyorlar…
Günlerin kısa olması sıkıntı yaratsa da, hava kararırken son bir şans Taze Ekmek(VIII+) rotasına onsight girmek istedim. Rotanın orta yerlerindeki delikler kafamı karıştırınca ve hamle yapamayınca patladım. Vücut yorulmuştu artık. Hava karardığında kampı toplamakla uğraşıyorduk. Bolu’ya kadar Güçlü ile gittik, sonrasında ise yalnız devam
ettim yola.

Geyve Ankara’dan yaklaşık 350 km olsa da haftasonları için gidilebilir bir bölge, yeter ki tırmanmayı isteyin…

Erkin Çakmak
27-28 Kasım 2010







22 Kasım 2010 Pazartesi

Tarihin izlerine dokunabilmek; Ballıkayalar Kaya Tırmanış Bölgesi



Tırmanışa başladığım bir bölge olarak Ballıkayalar her zaman farklı çağrışımlar yaratmıştır bende; Türkiye’deki spor tırmanışın filizlenmesi, ilk boltlu rotaların bu bölgede açılması… Geleneksel hatların ve kırıklı yapılı kayasıyla çok özel rotaların bulunduğu Ballıkayalar; ortasından dere akan bir vadi sistemi içerisinde yer alıyor.





Ankara’da yaşamanın dayanılmaz ağırlığını omuzlarımda hissetmemeye çalışarak geçirdiğim ilk bir ayımda hafta sonları hep bir yerlere kaçtım. Tabii bu kaçışların sonu yani dönüşler hüsranla bitse de… Kasım ayı pastırma sıcaklarıyla başladı ve bunu fırsat bilip hafta sonu dostlarımla tırmanabileceğim Ballıkayalar’a gitmeye karar verdim.



Cuma işten biraz erkence çıkarak başlayan yolculuğum akşam 22:30’da İstanbul Ataşehir Terminali’nde son buldu. Otobüsten iner inmez nefes alışım bile değişmişti, Ankara’nın kurak havasından sonra deniz kokulu yumuşak havayı derince içime çektim ve yüzümdeki ifade bir anda mutluluğa dönüştü.

Akşamı Ersin’lerde geçirdim, sabah güzel bir kahvaltı ile yola çıkmaya hazırdık. Ballıkayalar’da tırmanmayalı 1 yılı geçmişti; askerlik, Aladağlar, yaz mevsimi ve Ankara’ya taşınmam derken bölgeden oldukça uzak kalmıştım. Sisli bir Cumartesi sabahı Ballı ’ya vardık, yeni yapılan tesis eskiye oranla devasa ve doğayla uyumsuz. Oysa ki önceki tesis küçük mütevazi bir ahşap yapıydı ve hemen gölün kenarındaydı, ne çok içmiştik buralarda kamplı Ballı gecelerinde. Şimdikini görünce içim acımadı değil…


Güneşten faydalanabilmek için sol bloğa gitmeye karar verdik; ve kayaların altına gelince tüm olumsuz düşüncelerden arınmıştım bile. Davul rotasının hemen sol tarafındaki yeni açılmış rotalarda ısınmaya başladık. Cumartesi olmasına rağmen yine de birkaç grup tırmanıcı vardı. Burak, Derya, Yücel ve Selim’i görmek, birlikte yine tırmanabilmek çok güzeldi. Hemen kamplı Ballı günlerini yad ettik. Isındıktan sonra sırasıyla Davul (VI+) ve Nice Citron (VIII-) rotalarına girdik. Sonrasında Burak’ın ekspresleri taktığı Neredeyim Abi (VIII+) rotasını denedik. Daha önceden çıktığım bu rotaya tekrar girmek güzeldi fakat istasyon altındaki sert hamleleri sıralayamadım ve abi nerde ayak, nerde crimp derken kendimi eksprese oturur halde buldum… Neredeyim Abi?


Sonrasında Ejder Pençesi rotasına girdim ve temiz çıktım. Günler de iyice kısaldığı için hava kararmaya başlamadan Perküsyona da girerek soğuduk ve günü bitirdik. Akşam ise Maltepe’de kebabımızı yiyip Kadıköy ‘de biralarımızı tokuşturduk, tüm yorgunluğumuzu sıcak muhabbetle attık bir kenara…


Pazar günü biraz uyuşukluk biraz da başka işler nedeniyle geç gidecektik Ballıya. Fırsatı değerlendirip yine sisli bir sabahta güneşin cılız ışıkları altında Ersin’le Caddebostan sahilde kahvelerimizi yudumlarken dalgaların sesi koyu muhabbetimize eşlik ediyordu. Öğlen Engin, Aylin ve Yağmur’u da alarak Ballıkayalar’a geçebildik. Günlerin kısalığı nedeniyle hızlıca ısınıp tırmanmak gerekiyordu. Dünden yorulmuş vücudumu Perküsyon (VI+) ve Kuzu (VI+) rotalarında sarsıp, Derin Çatlak(VII+)’ta patlattım. Sarı Zeybek rotasının sağ tarafına yeni açılmış olan Michael Jackson (VII+ ?) rotasını ise onsight çıkabildim.


Geç de gitsek biraz olsun tırmanabilmiştik fakat hava karamıştı artık. Ankara’ya dönüşü kara kara düşünürken, günün diğer süprizi hep beraber Pendik Boşnak mahallesindeki Lipa restoranında yediğimiz akşam yemeğiydi. Eskiden ballı tırmanıcılarının takıldıkları bu mekanın maç saati olması nedeniyle bu kadar kalabalık olabileceğini düşünememiştik. Fakat zar zor aralara sıkışarak bir masa ayarlayabildik ve kuru et, rakı eşliğinde yemeğimizi yedik. Çok güzel bir akşamı koşarak Ankara otobüsüne yetişmemle sonlandırmış oldum. Sabah koyu gri bir Ankara ve iş beni bekliyordu oracıkta…

Erkin Çakmak
6-7 Kasım 2010





3 Kasım 2010 Çarşamba

Düşünecek birşey kalmadı geriye,artık rüyalar var.Kendiliğinden gelen düşler.Uyku var! Uyuyabilirim çünkü uyanık kalmak için hiçbir nedenim kalmadı..*



İçi ne kadar doldurulursa doldurulsun, yine de hafiftir hayat. Çünkü altı deliktir. Delikse ölümdür! Bütün kazançlar delikten kayıp gider.

Bu saat, beni hayata döndürecekti. Bir yerlere yetişecektim, bazılarına geç kalacaktım saatim sayesinde. Ama, gideceğim daima bir yerler olacak anlamına geliyordu, koluma taktığım deri kemerli saat!

Biliyordum bedenimin bir karanlığa yürüdüğünü ama öğrenmek istediğim, koyuluğunun seviyesiydi. Çünkü zihnim değil ölmek, yaşamak için çırpınmaya başlamıştı. Yalnız olmanın ne anlama geldiğini biliyordum uyandığımda. Ne hafızamdaki çığlıklar, ne beynimdeki dehşet resimleri yanına yaklaşmaya cesaret edebildiler... Fazla gecikmedi gecenin şeytanlarının üzerime kapanması. Mutsuzluk bütün beynine yayılmış bir tümör.

Daha çok, okyanusun ritmik sesi ve toprağın kokusu tehdit ediyordu aklımı. Ağzından çıkan bir kelime tüylerimi ürpertti. Üşümeye başladım.Küçük bir çocuk gibi, sokağın ilerisindeki hayattan korkup evime döndüm. Kendi içime döndüm... ÖLÜM yazıyordu bu gece yumruğumda, ama gerçek yüzüm dayanamamıştı makyajıma.hala asmış değilim kendimi, 60 vatlık ampulün ucunda sallandığı kabloya. yine kendimi kandırmıştım. Hayatım boyunca garip olan ne varsa peşinden gitmiştim. İNSAN olmak zordu. Ne söyleyebilirdim ki çelik bir duvara. Önümdeki şise gittikçe küçülmeye başladı gözümde, duyduklarımdan sonra.

Ama başlamak en zoruydu, hiçbir kitapta yazmıyordu.

Alfabeyi tanıyan bir çocuk gibi öğreniyordum. Şimdiye kadar hiçbir gerçeğe sahip olmamıştım ve yine gerçekte var olmayan bir geçmişi kazmak da korkunçtu. Ama artık görebiliyordum, dokunduğumu hissedebiliyordum. Dişlerimiz olduğu için ısırıyoruz, bu yüzden bu kadar vahşiyiz... Gözlerimiz olduğu için hayran kalıyoruz, bu yüzden bu kadar aşığız... Ama uçuyordum yine de! Umutsuzca bunu yapıyordum.

Bütün hayatı televizyondan seyrediyordum, O zamanlar, hayatla aramda ekran vardı. Sonra kırıp geçtim öbür tarafa. HAYATA! Dünden iğrenen bütün insanlar gibi gelecekten konuştuk,,

Yarın, bugünü yaşanabilir hale getiriyordu. Kendimizi bir binanın tepesinden hep beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı! Lotonun çıkma ihtimalini, aşık olunacak insanla tanışma ihtimalini, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: YARIN! Gelecek iyi bir sermayeydi. Yaşadığımız sürece bitmeyen anapara gibi.Gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu.

O zamanlarda kurduğum hayallerin sınırsızlığı ve saçmalığı beni sarhoş ederdi. Kendi kendimi sarhoş edemediğim zaman içkiye başladım zaten...

Her telefonda kanlarımın beynime hücum etmesini ve uykunun kaybolduğu geceleri dinlemek istemiyordum. Eğer yeni bir hayata başlayacaksam, eskiyi unutmalıydım. Ve daha, hafızamda yolculuğumu silememişken, bir de acıların fotoğraflarını albümüme katmak istemiyordum. yırtmak yıllarımı alırdı, o resimleri de...

Uyku, insana verilmiş tek mucize. Kendinden geçmek. Gözleri kapatıp huzura dalmak. Ve uyanıldığında yeniden başlamak. Tek ihtiyacım buydu. Bir zaman dilimi geçmeliydi, yasadıklarımızın üzerinden. Dinlenmeliydi yorgun kalplerimiz, biraz da olsa... Ben uyumalıydım, hiç uyumadığım gibi. Öyle dolu dolu çıkmıştı ki ince dudaklarımın arasından.

Her gece birileri uyurken, sen gözlerin açık kabuslar göreceksin! Ama her zaman bir sıfatı olacaktı adından önce gelen.

Sonunda, vücudumdaki medcezire dayanamamıştı sular. Birden, bütün hayata, bütün gerçeklere, geçmişin bütün acılarına büyük bir tokat patlattı, saçları beyazlaşmış kadın! Ve tonlar çeken sessizlik yavaşça çökmeye başladı üzerimize. Şimdi, yaşadığımıza ve birbirimize dokunabilecek kadar yakın olduğumuza inanmanın zamanıydı. Söylediği her kelime, her harf kızgın bir demirin derime değmesiyle aynı acıyı veriyordu. uçurumdan aşağı sallandığım hissini vermişti. Nasıl gizleyebilirdim ki, çaresizlik içinde çırılçıplak yüzerken? Gizleyemezler içlerindeki fırtınayı.

Fısıltısıydı unutması en zor olacak parçası geçmişimin. Her çiğnediğimiz metrede kalbimin hızlanmasını bekliyordum.

Peki, insan olmanın bedeli neydi?
Ve bir dekor kırılır, yerine yenisi gelir....

Hayatı yok etmenin zamanı asla gelmez, çünkü bir saat sonra yaşayacaklarını bilemeyecek kadar insansındır... Kafamızdaki en gizli hayalleri ortaya çıkarmak için kurulmuş olan şeytani bir ortaklıktır yaşam. Sadece nefes alabildiğim için yaşıyor olmayı kendime yakıştıramıyordum.

Ama birden fark ettim ki ne ben, ne de başka birisi hiçbir yere ait değildi. Ve dönüp içime baktığımda , göle eğilmiş bir çocuk gibi sadece kendi yüzümü gördüm...

Hayatımı bir hayvan gibi yaşadığım günlerde boynuma taktığım tasmanın üzerindeki elmaslar. ZEVK ve ACI. Hayatın anlamı. Merak edilir, sorulur her yerde. İşte söylüyorum! Hayat, olene kadar hissedilen zevklerden, cekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. Hayat=zevk-acı. Sonuç pozitifse yaşamışsındır hayatı. Negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. Tabii bir de sıfır olma ihtimali var. Bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya. Erken ayrılmışsındır partiden, göremeden sonunu... Nasıl eksik oysa! Ne kadar ilkel. Ne kadar korkunç. Nasıl bir insan kendini bu denli aza indirebilir? Nasıl sadece iki zıt elektronik sinyalin, bütün varlığına hakim olmasına izin verebilir?

Aklım bir fırtına kadar karışık,

Titriyordu boşalan zihnim, aç bir çocuk gibi. Gaz lambasına ikinci fitili taktığında ben hala yazıyordum......

Hayatı öpmediğim gibi öpüyorum ölümü!


* Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra adlı kitabından parça alıntılardır...

21 Ekim 2010 Perşembe

Tırmanışla geçen bir yaz dönemi…



2009 Aralık ayında askere giderken, kafamda bin bir düşünceyle bilinmezliğe doğru ilerlerlerken, beni en çok endişelendiren şey; acaba döndüğümde tırmanışım ne halde olacak sorusuydu. Tırmanışa üniversite yıllarında başlayamasam da İstanbul’da işe girmemle tırmanışa başlamam bir oldu ve bu tutkuya dönüştü. Doğayla ufak cilvelerimi ise önceki yıllardan kampçılık deneyimleri, doğa yürüyüşleri ve yamaç paraşütüyle gerçekleştirmiştim.


2007 yılında aldığım dağcılık ve kaya tırmanış eğitimiyle, tamamen tırmanışa yöneldim. İlk başlarda klasik zirvelerle Aladağlar’ı tanımaya çalıştım, haftasonları kaya tırmanışlarına giderek de tırmanış olgusunun içinde yoğrulmaya başladım. Sonraki süreçte ise hafta içi yapay duvarda antrenmanlar, Aladağlar’da teknik zorluğu kolay olan rotalarda tırmanışlar hız kazandı. Yıllık izinlerim, bayramlar, seyranlar tırmanış faaliyetleriyle geçti.




Askerden önceki dönemde spor tırmanışta derecemi IX-‘ye kadar çektim, Aladağlar’da birkaç kısa duvar ve sırt rotaları da çıkmıştım, nadiren de geleneksel tırmanarak yürek büyütüyordum. Moral motivasyonum en üst düzeyde yoğun bir şekilde tırmanıyordum, taa ki askere kadar.

2010 Mayıs sonlarına doğru askerden döndüğümde hemen attım kendimi Olimpos ve Geyikbayırı’na. Aradan neredeyse 6 ay geçmiş elimi kayaya bile sürmemiştim. İlk buluşmamızda tutamakları gereğinden fazla sıkar buldum kendimi bacak kaslarım ise ağrımıştı. Yine de moral bozmak yoktu, 2-3 hafta hafif hafif tırmandıktan sonra Geyikbayırı’nda VIII+/IX- Greek Gift rotasını flashlayınca kendime geldim sayılır. İşe başlamadan yazı iyi değerlendirmek, askerlik psikolojisini de üstümden atmak istiyordum. Havalar da çok sıcak yapmadığı için Haziran ortalarında Kaynaklar’da tırmandım ve Mavi Salıncak IX-/IX rotasını istasyonun altından düşe düşe en sonunda temizlemeyi başardım.

Ve artık Aladağlar vakti gelip çatmıştı bile. İzmir’den Zorbey’le yola çıkarak Haziran sonlarına doğru attık kendimizi Niğde’ye. Yine Kazıklı Ali’de spor tırmanmaya devam ettik.
Bol bol onsight, flash çıkmaya çalışıyor arada da sert bir rota deniyordum. Krallar vadisinde Marrakeş (IX-) ‘i 3. denemede gönderdim.




Zorbey’in Parmakkaya GoldFinger rotası önerisiyle daha da bir heyecanlanmıştım. Gerçi bu heyecan rotanın ayrıntılı derecelerini öğrendiğimde bende biraz hayalkırıklığı yarattı. Çünkü limitimde olan alpin spor rotayı çıkmak benim için bir hayli zor olacaktı, oysa ki lider de tırmanmak istiyordum. İlk atımda yağmurun azizliğine uğradık ve rotanın dibine bile varamadan sırılsıklam döndük kampımıza. Bu arada Kazıklı’nın bol cepli rotalarından uzaklaşarak, Cimbar’ın yüzey rotalarında zorlayalım bünyemizi dedik ve 2 ip boylu alpin spor Midnight Express’i çıktık.





3 Temmuz’da ise güzel havayı yakaladık ve sadece ilk ip boyunu lider gittiğim Parmakkaya Goldfinger rotasını Zorbey’in rahat ve akıcı tırmanışıyla temiz çıkmış olduk. Bolt araları oldukça açık, 40-50 metrede 6-7 bolt var ve rotanın geneli yüzey tırmanışı.



Zorbey’in geri dönme vakti gelmişti, Engin Osmanağaoğlu’nun gelmesiyle dağ planları yapmaya başladık ve duvar rotalarını gözümüze kestirdik. Geleneksele biraz alışmak için Tunç Fındık ve Süleyman Vardal’ın Haziran 2010’da açtıkları ‘Alpin Teke ’ rotasını çıkmak niyetiyle Tekepınarı’na gittiğimizde Süleyman Abi’nin fotoğraf makinesindeki fotoğraflardan anlattığı kadar, aklımızda kalan bilgilerle girdik rotaya.
Yaklaşık 6 ip boyu doğal hattı takip ederek çıktık rotayı. Fakat ertesi gün Tunç’un sitesinden hattın ayrıntılı bilgisini görünce çıktığımız rotanın tamamen farklı olduğunu anladık. Rotanın geneli rahat gidiyor, 2-3 ip boyunda birkaç hamlelik V-,V derecelerinde zorluk içeren rotaya ‘Azgın Teke’ ismini verdik. Akut Dağ Evi’ndeki deftere de ayrıntıları yazdık ve çizdik.


Cimbar’da Engin’le iki ip boylu French Kiss ve Osmanlı Tokadı rotalarını çıktık. Kazıklı’daki El-Cabbar IX- rotası ise 2. denemede geldi. Baya bi forma girmiştik artık. Dipsize çadırımızı atıp, 19 Temmuz’da Büyük Demirkazık Kuzeydoğu’yu ardından da 22 Temmuz’da ise B. Demirkazık Doğu Duvarını sorunsuzca tırmandık. Engin, yılların tecrübesiyle rahatça tırmanıyor, duvardaki kilit ip boylarını sakince geçiyordu. Bense kilit ip boyları haricinde lider gidiyordum. Tüm duvar tırmanışlarımızı sikke ve çekiç kullanmadan gerçekleştirdik. Hatta çoğu duvarda yanımızda ne sikke ne de çekiç vardı, birkaç duvarda ise sadece olası bir durum için çantada 4-5 sikke ve tek çekiç taşıdık.

Bu iki duvardan sonra, biraz farklılık olması açısından biraz da enerji depolamak için Karadeniz bölgesine geçtik. Ağustos ayının ilk 2 haftası Rize Yaylaları’nda dinlenerek, Hopa sahilinde denize girerek ve Kaçkar’da ise uzun yürüyüşlerle geçti. Yusufeli’nin Olgunlar Mahallesi’nden başlayarak Dilberdüzü, sonrasında Dobe yaylası tarafından Naletleme geçitinden Yukarı Kavron ve oradan da Ayder’e indik. Güzel bir yürüyüş parkuru, Aladağlar’dan sonra yeşile ve suya doyduk. Her gördüğümüz yerde de bol bol likapa ve ahududu yedik. Hatta Trabzon Doğankaya’da birkaç spor rota bile çıktık.


Dağlar yine çağırıyordu bizi, Ağustos ortasından sonra mekanımız Aladağlar’a döndük Engin’le. Aşağılarda hiç vakit kaybetmeden, spor tırmanışla dikkatimizi dağıtmadan Dipsiz’e attık çadırımızı. İlk iş 20 Ağustos’ta Küçük Demirkazık Kuzey’de Aladağlar 50 Rota kitabında tarifi olan rotanın sağ tarafındaki hattı çıkmak oldu. Bu rotanın ilk çıkışı bilinmiyor fakat ilk tekrarı Güçlü Özen-Hasan Hüseyin Boğaz ve Durukan Türe ekibi tarafından gerçekleştirilmiş. Kuzey duvarları havaların iyice ısınması ve yağış olmamasından dolayı oldukça kuruydu. 2 günlük dinlenmeden sonra 23 Ağustos’ta ise Kocasarp Kuzey Duvarı’na girdik, temiz bir çıkışla hava kararmadan zirveye ulaştık. Rotanın kilit etabını öğleye doğru geçmemize rağmen üst kısımlarının çürüklüğü ve dikliği oyalanmamıza neden oldu. Kampa döndüğümüzde ise hava kararmıştı iyice. Bünyeyi beslemek ve biraz olsun enerji depolamak için kampımızı oba yerinde bırakıp ORDOS Dağevi’ne indik.


27 Ağustos’ta ise ilk tekrarının bir hafta önce Nalbant, Egemen ve Güçlü tarafından yapılan Çağalınbaşı Kuzey Duvarı’na girdik. Genelde ıslak olan duvar bu senenin kurak ve sıcak havasıyla iyice kurumuş. Rota baca hatlarıyla zevkli bir tırmanış sunuyor. Tek sıkıntılı tarafı ise ipi toplayıp yan geçişlerle zirveye bağladığınız altı uçurum olan çarşaklı pasajlar. Yavaş yavaş ve temkinli serbest geçtiğimiz bu bölümlerde oldukça tedirginlik yaşadım.

Üst üste çıkılan ve yoğun efor sarfedilen rotalarla insan ister istemez hem fiziksel hem de mental olarak yorulmaya başlıyor. Fiziksel olarak yeterliliğiniz oluyor fakat aynı bölgede uzun süre vakit geçirmek, aynı besinlerle günü 2 öğünle geçiştirmek kafa olarak da yormaya başlıyor insanı. 2-3 günlük araları kısa yürüyüşler ve klasik zirve çıkışlarıyla aktif dinlenme şeklinde geçirdik.

En son çıktığımız rota ise Aykut Türem ve Mustafa Yeşildal’ın 2007 yaz döneminde Beşparmak’ta açtıkları hat oldu. Bacanın altına kadar serbest çıktık ve sonrasında 3 ip boyu tırmanarak rotanın yattığı kısımda ipi topladık. Rotadaki negatifimsi dihedral hattı VII-‘lik bir ip boyuydu. Engin aletleri çok güzel yerleştirerek, temkinli ve sakin temiz bir şekilde lider geçti. Bana ise çantayla eciş bücüş zorlaya zorlaya aletleri toplayarak çıkmak kaldı. Beşparmak’taki bu çıkışımızdan sonra mental olarak çok yorulmuştuk. Rotada bira patates hayali, Ağustos ayının son demlerinde şöyle sahil kenarında boş boş oturup serin sularda yüzme hayalleri kurarken, gitme vaktinin geldiğini anlamıştık. Açıkçası 4-5 gün Yedigöllere çıkıp birkaç tırmanış da orada yapmak istiyorduk fakat ne motivasyon ne de enerjimiz kalmıştı bunun için. Aşağıya köye indiğimizde ise benim de biraz gevşek davranmamla faaliyeti sonlandırmış olduk.


Dağ dönüşü son atımları ise Olimpos’ta hem kaya tırmanışı hem de deniz tatiliyle gerçekleştirmiş oldum. Şimdi ise sıkıcı Ankara günlerinde kübiğimde bütün gün oturup güzel günleri hayal ediyorum...

Tırmanışla kalın,

Erkin Çakmak
21 Ekim 2010







5 Ekim 2010 Salı

Islak Köfte

Perşembe ve Cuma günkü yoğun telefon trafiğinden sonra Ankara'lı az ve öz tırmanıcıların işleri nedeniyle hafta sonuna faaliyet planlayamadık. İstanbul’dan kadim dostum Ersin her zamanki gibi imdadıma yetişti; ‘ Erkin, Geyve’ye gidelim mi? Ne dersin? ’


Perşembe akşamı heyecanla malzemeleri çantaya tıkarken bir gözüm de Adapazarı bölgesinin hava tahminlerindeydi. Pazar yağışlı göstermesine rağmen Ankara’da duramazdım. Cuma iş çıkışı koşar adım arabaya atlayıp arkama bile bakmadan tek başıma çıktım yola. Ankara’dan uzaklaştıkça içim huzurla dolmaya başlamıştı bile. Bolu’dan sonra ise yeşilin arasından ilerlerken temiz hava beynimi ele geçirmişti çoktan. Adapazarı’ndan Aysun’u da alarak Geyve’de Ersin, Aylin ve Yağmur’la buluştuk. Eksiklerimizi bakkaldan alıp gece karanlığında çadırları kurduktan sonra kampların olmazsa olmazı çekirdek eşliğinde, muhabbetle viskilerimizi yudumlarken ısındı bedenlerimiz. Ayın da çıkmasıyla, kayaların silueti iyice belirginleşti. Yarın o rotalarda tırmanacak olmak, kayanın sıcaklığını hissetmek ve bir meditasyona dönüşen tırmanışlarda yaşadığını anlayabilmek… Daha o kadar çok söylenecek söz var ki!


Kahvaltımız biraz eksik olsa da peynir zeytin ve yumurta hallice doyurdu bizi, tabii nutella da güç kaynağımız. Havanın biraz kapalı olması güneş alan kayalarda tırmanmak için oldukça uygundu. Has Sektöre doğru yollandığımızda birkaç ekip daha tırmanış ve kamp için gelmişti. Bu hafta Geyve en kalabalık zamanlarından birini yaşıyor…


Has Sektörde ısınma rotalarında tırmanırken, biraz geç olsa da Güçlü de katıldı bize. Sektördeki tüm rotaları çıktık, kaya negatif olmadığı için kollara çok yük binmeden ayakları zorlayarak tırmandık. Aysun da iyi bir performansla 3-4 rotada tope rope tırmandı; olacak olacak. Yağmur bu geçen zamanda kendini geliştirmiş, maşallah rotaları lider; korkusuzca çıkıyor. Aylin için söze bile gerek yok, yılların tecrübesi… :) Ersin sakat parmağına rağmen rotaları onsight-red point sıraya dizdi.


Günün top rotası ise Murat Kandi’nin açtığı sektördeki “Kırmızı (VIII)” idi. Daha önceden bu rotayı tırmandığım için önden ben çıkıp ekspresleri takayım dedim ve temiz, redpoint çıktım rotayı. Sonra Ersin ve Güçlü de rahatça bitirdiler… Bugün oldukça sıkı bir gündü hava kararırken neredeyse 8-9 rota çıkmıştık.


Akşam yemeği için, Malzeme ve ocak eksikliğinden dolayı Geyve’ye indik. Biraz dolandıktan sonra meşhur köfteciye(?) girmeye karar verdik. İlk başta önyargıyla girsem de çıkarken doymuş olmanın dayanılmaz ağırlığı ve ıslak köftenin nefis tadıyla yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu.. İçkilerimizi de alıp kampa döndüğümüzde ateş başı koyu muhabbet çoktan başlamıştı bile. Ateşte patates, çekirdek(ama ateşte değil) ve alkol tamamlayıcı unsurlardı. Yaklaşık 10 çadır 20 kişiden fazla tırmanıcı vardı. Neredeyse küçük bir şenlik havasında…


Günün de yorgunluğuyla 12 gibi yattık. Ersin beni uyandırdığında havanın karanlık olmasından anlamam gerekiyordu, kara bulutlar hiç de güzel gözükmüyordu tırmanış açısından. Hafif yağmur çiselemesine rağmen kahvaltıdan sonra 2 rota ancak çıkabildik. Havanın belirsizliği bize de yansımış, içimizdeki tırmanma keyfi sönümlenmişti biraz. 2 buçuk gibi toparlanıp dönmeye karar verdiğimizde yine yağmur hafif hafif yağıyordu.


Yolda bir şeyler yemeğe karar verdik fakat Geyve’de ve yol üstünde kafamıza göre bir yer bulamadık. Doğruca Adapazarı merkeze geçip, Adapazarı’nın meşhur ıslak köftesinden yedik. Islak ve sıcak, yağlı ekmek eşliğinde gelen küçük küçük köfteler çok lezizdi. Üstüne de kabak tatlısını götürdükten sonra ayrılık vakti gelmişti. Ekip İstanbul’a dönüyordu ben ise tek başıma Ankara’ya dönecektim. İşte o an daha da farkına vardım Ankara’nın beni ne hale getirdiğini, beynimin içinde çakan şimşekleri hissedebiliyordum. Bu sefer otoyola girmeden doğruca Ankara’nın yolunu tuttum yağan sert yağmurun ve şimşeklerin arasında…


Erkin Çakmak-5 Ekim 2010


Not: Fotoğrafları yakın zamanda koyacağım....

4 Ekim 2010 Pazartesi

4 Yıl Sonra Yine, Yeniden Ankara…







Sanki kader ağlarını ördü ve elim kolum bağlı bilinçsizce olan biteni seyrettim. 80’lerdeki Yeşilçam filmlerinin repliklerine benzese de bu kelimeler, işin aslı böyle oldu. Askerden Mayıs sonlarına doğru döndüm ve neredeyse bütün yaz tırmanış ve orda burada gezip tozmayla geçti… Farkındayım, Tırmanış ve gezip tozma diye geçiştirdim ama bir anlatmaya başlarsam sayfalar yetmeyecek. Fırsat buldukça yetmeyecek olan sayfaları dolduracağım. Ne de olsa Ankara’dayım artık, bol bol vaktim olacak (böyle olmasını umuyorum; bozkırın soğuk geceleri kahve içmekle geçmez, viski ise yakabilir!)...

Temmuz sonlarına doğru Aladağlar’dan Muğla’ya dönerken bir anda kendimi Ankara’da takım elbisenin içinde buldum. Boynuma dolanmış bir bez parçası da parlak parlak ayakkabılara tamamlayıcı bir etki yaratıyordu. Elimde ise onlarca evrak ve dosya; bu çocuk bu zamana kadar ne yapmış, ne yemiş ne içmiş; bünyede bu yedik içtikleri nasıl tepkime yaratmış gibi, zaa zuu bir sürü gereksizlik içeren belgelerle doluydu. Bunlar ise yanınızda bulundurulması gereken olmazsa olmazlar…

Ve sırat köprüsünde itişip kakışma… Ahret soruları. İmanın ve ibadetin şartları, sorgu ve sualler… Ben nerde miyim? Tam da laboratuarda denek hayvanı Miki’nin kafeste çevresel etmenlerle uyarılarak ve stres altına alınıp, gözlemleyen insanların arasında! Alınan notları ve sonuçları merak etmeme rağmen bugünlük bu kadarla yetinildi; “ Biz size döneriz! ”

Ayağımı dışarı atar atmaz önce boynumdaki tasmaya benzer bez parçasını attım bir kenara ve Ankara’da daha fazla kalamayacağımı anlayarak atladım arabaya doğru Marmaris’e gittim... Bıraktım kendimi mavi sulara ve oltadan kurtulan balık gibi arkama bakmadan koyu maviliğe doğru usulca süzüldüm ta ki tuzum kokana kadar…

Ağustos ayı dostlarımla bir güneyde bir kuzeyde bir de yükseklerde geçti, sanki her an yakalanıp tekrar denek uzmanlarının eline geçecekmişim gibi izimi kaybettirmeye çalıştım. Ege’nin mavi sularından, Karadeniz’in yüksek yaylalarındaki beyaz bulutların üstüne uçtum… Bozkırın ürpertici görüntüsünden uzaklaşıp Aladağlar’da uzun duvarların arasında kaybolmama rağmen daha fazla dayanamadım bu köşe kapmacasına ve en son Eylül ayında Olimpos semalarında ele verdim kendimi. “Professional Fuckers (IX-/IX)” rotasında elim ayağım boşalınca, 4 kez istasyonun altından düştüm… Vakit gelip çattı, ailemin kendi elleriyle beni teslim etmesi ise büyük sorumluluk ve sisteme uyum örneği! Eşyalarımı toparlayıp, kitaplarımı da alarak Ankara semalarına kondum sonunda. Geçen Çarşamba, 22 Eylül’de ise resmen işe başlamış oldum.

Peki işe başlamış olmakla ne mi oldu? Sabahları kuş sesleri ve güneş yerine, çalar saatin mekanik sesi uyandırıyor beni. Kahvaltımı otların ve çiçeklerin taze kokuları arasında değil de dört duvar arasında hızlıca yapıyorum. Güneşi ise göremiyorum artık, güneşsiz geçmeyen onca günden sonra. 3 metrekarelik kübiğimde 30 cm önümdeki renkli ekrana bakıp bakıp öğle arasında göreceğim güneşe hasret, hayallere dalıp gidiyorum! Ve tek hayalim kanatlanıp, bir kuş gibi uzaklara uçmak… Tek gerçeğim ise bir sonraki haftasonu nereye gideceğimi planlamak! Doğayla baş başa tırmanarak kuşlara yakın olabilmek ve fısıldamak onlara beni de götürün diye...