30 Kasım 2010 Salı

Kara Delik’te Chaos; Gayve Lezbiyen zamanı!



Kurban Bayramı’ndaki uzun tatili çok eğlenceli bir ekiple Nepal’de geçirsem de aklım kayalarda kalmadı değil. Soğuk kış günleri ise bir türlü gelmek bilmedi, bahar havası gibi dışarısı… Neredeyse 2 haftadır tırmanamıyorum, haftaiçi her internete girişimde havayı yokluyorum.

Cuma günü uzun telefon görüşmelerinden sonra Ankara’dan Geyve’ye gidecek kimseyi bulamadım. Ama yine her şeyi göze alarak, Cumartesi sabahı biraz da oyalanıp tek başıma çıktım yola. Kasım ayının sonları olmasına rağmen güneşli, yağışsız havalar devam etmekte.

İlk gün hava kapalı olsa da yağış olmadığı için sanşlıyız. Birkaç rotada ısındıktan sonra hedefimiz Kara Delik(IX) rotası. İkinci denememde çıktım rotayı, çok sert bir kilidi yok fakat kilitteki yukarı uzanma hamlesini ucu ucuna yapıyorum. Rotanın üst kısmı ise hafif negatiflikten dolayı yorucu biraz. Takoz dergisinde yayınlanan bilgilere göre rota IX derece fakat yumuşak bir IX diyebiliriz.

Akşam kampta köfteleri odun ateşinde götürüyoruz, yanında tadımlık kırmızı şarap sonrasında birer bira ile keyfimiz yerine geliyor. Geyve’nin sevdiğim taraflarından biri de bu sakin ve huzurlu kamp ortamı.



Pazar günü güneşli bir güne uyanıyoruz, hava mükemmel. Oyalanarak bir kahvaltı yapıp kayaların altına kayıyoruz. Yine birkaç rotada ısındıktan sonra Yücel ve Selim’in ekpresleri taktığı Chaos (IX-) rotasına çeviriyorum hedefi. İlk denememde kilidi geçmeme rağmen sonraki hamleleri sıralayamadım ve oturdum. Yine ikinci denemede rota geliyor; biraz stresli de olsa geçiyorum kilidi üstlerde ise biraz hızlı hareket ederek rotayı temizliyorum.



Bugün Ersin ve Güçlü de Kara Deliği birkaç denemeden sonra gönderiyorlar…
Günlerin kısa olması sıkıntı yaratsa da, hava kararırken son bir şans Taze Ekmek(VIII+) rotasına onsight girmek istedim. Rotanın orta yerlerindeki delikler kafamı karıştırınca ve hamle yapamayınca patladım. Vücut yorulmuştu artık. Hava karardığında kampı toplamakla uğraşıyorduk. Bolu’ya kadar Güçlü ile gittik, sonrasında ise yalnız devam
ettim yola.

Geyve Ankara’dan yaklaşık 350 km olsa da haftasonları için gidilebilir bir bölge, yeter ki tırmanmayı isteyin…

Erkin Çakmak
27-28 Kasım 2010







22 Kasım 2010 Pazartesi

Tarihin izlerine dokunabilmek; Ballıkayalar Kaya Tırmanış Bölgesi



Tırmanışa başladığım bir bölge olarak Ballıkayalar her zaman farklı çağrışımlar yaratmıştır bende; Türkiye’deki spor tırmanışın filizlenmesi, ilk boltlu rotaların bu bölgede açılması… Geleneksel hatların ve kırıklı yapılı kayasıyla çok özel rotaların bulunduğu Ballıkayalar; ortasından dere akan bir vadi sistemi içerisinde yer alıyor.





Ankara’da yaşamanın dayanılmaz ağırlığını omuzlarımda hissetmemeye çalışarak geçirdiğim ilk bir ayımda hafta sonları hep bir yerlere kaçtım. Tabii bu kaçışların sonu yani dönüşler hüsranla bitse de… Kasım ayı pastırma sıcaklarıyla başladı ve bunu fırsat bilip hafta sonu dostlarımla tırmanabileceğim Ballıkayalar’a gitmeye karar verdim.



Cuma işten biraz erkence çıkarak başlayan yolculuğum akşam 22:30’da İstanbul Ataşehir Terminali’nde son buldu. Otobüsten iner inmez nefes alışım bile değişmişti, Ankara’nın kurak havasından sonra deniz kokulu yumuşak havayı derince içime çektim ve yüzümdeki ifade bir anda mutluluğa dönüştü.

Akşamı Ersin’lerde geçirdim, sabah güzel bir kahvaltı ile yola çıkmaya hazırdık. Ballıkayalar’da tırmanmayalı 1 yılı geçmişti; askerlik, Aladağlar, yaz mevsimi ve Ankara’ya taşınmam derken bölgeden oldukça uzak kalmıştım. Sisli bir Cumartesi sabahı Ballı ’ya vardık, yeni yapılan tesis eskiye oranla devasa ve doğayla uyumsuz. Oysa ki önceki tesis küçük mütevazi bir ahşap yapıydı ve hemen gölün kenarındaydı, ne çok içmiştik buralarda kamplı Ballı gecelerinde. Şimdikini görünce içim acımadı değil…


Güneşten faydalanabilmek için sol bloğa gitmeye karar verdik; ve kayaların altına gelince tüm olumsuz düşüncelerden arınmıştım bile. Davul rotasının hemen sol tarafındaki yeni açılmış rotalarda ısınmaya başladık. Cumartesi olmasına rağmen yine de birkaç grup tırmanıcı vardı. Burak, Derya, Yücel ve Selim’i görmek, birlikte yine tırmanabilmek çok güzeldi. Hemen kamplı Ballı günlerini yad ettik. Isındıktan sonra sırasıyla Davul (VI+) ve Nice Citron (VIII-) rotalarına girdik. Sonrasında Burak’ın ekspresleri taktığı Neredeyim Abi (VIII+) rotasını denedik. Daha önceden çıktığım bu rotaya tekrar girmek güzeldi fakat istasyon altındaki sert hamleleri sıralayamadım ve abi nerde ayak, nerde crimp derken kendimi eksprese oturur halde buldum… Neredeyim Abi?


Sonrasında Ejder Pençesi rotasına girdim ve temiz çıktım. Günler de iyice kısaldığı için hava kararmaya başlamadan Perküsyona da girerek soğuduk ve günü bitirdik. Akşam ise Maltepe’de kebabımızı yiyip Kadıköy ‘de biralarımızı tokuşturduk, tüm yorgunluğumuzu sıcak muhabbetle attık bir kenara…


Pazar günü biraz uyuşukluk biraz da başka işler nedeniyle geç gidecektik Ballıya. Fırsatı değerlendirip yine sisli bir sabahta güneşin cılız ışıkları altında Ersin’le Caddebostan sahilde kahvelerimizi yudumlarken dalgaların sesi koyu muhabbetimize eşlik ediyordu. Öğlen Engin, Aylin ve Yağmur’u da alarak Ballıkayalar’a geçebildik. Günlerin kısalığı nedeniyle hızlıca ısınıp tırmanmak gerekiyordu. Dünden yorulmuş vücudumu Perküsyon (VI+) ve Kuzu (VI+) rotalarında sarsıp, Derin Çatlak(VII+)’ta patlattım. Sarı Zeybek rotasının sağ tarafına yeni açılmış olan Michael Jackson (VII+ ?) rotasını ise onsight çıkabildim.


Geç de gitsek biraz olsun tırmanabilmiştik fakat hava karamıştı artık. Ankara’ya dönüşü kara kara düşünürken, günün diğer süprizi hep beraber Pendik Boşnak mahallesindeki Lipa restoranında yediğimiz akşam yemeğiydi. Eskiden ballı tırmanıcılarının takıldıkları bu mekanın maç saati olması nedeniyle bu kadar kalabalık olabileceğini düşünememiştik. Fakat zar zor aralara sıkışarak bir masa ayarlayabildik ve kuru et, rakı eşliğinde yemeğimizi yedik. Çok güzel bir akşamı koşarak Ankara otobüsüne yetişmemle sonlandırmış oldum. Sabah koyu gri bir Ankara ve iş beni bekliyordu oracıkta…

Erkin Çakmak
6-7 Kasım 2010





3 Kasım 2010 Çarşamba

Düşünecek birşey kalmadı geriye,artık rüyalar var.Kendiliğinden gelen düşler.Uyku var! Uyuyabilirim çünkü uyanık kalmak için hiçbir nedenim kalmadı..*



İçi ne kadar doldurulursa doldurulsun, yine de hafiftir hayat. Çünkü altı deliktir. Delikse ölümdür! Bütün kazançlar delikten kayıp gider.

Bu saat, beni hayata döndürecekti. Bir yerlere yetişecektim, bazılarına geç kalacaktım saatim sayesinde. Ama, gideceğim daima bir yerler olacak anlamına geliyordu, koluma taktığım deri kemerli saat!

Biliyordum bedenimin bir karanlığa yürüdüğünü ama öğrenmek istediğim, koyuluğunun seviyesiydi. Çünkü zihnim değil ölmek, yaşamak için çırpınmaya başlamıştı. Yalnız olmanın ne anlama geldiğini biliyordum uyandığımda. Ne hafızamdaki çığlıklar, ne beynimdeki dehşet resimleri yanına yaklaşmaya cesaret edebildiler... Fazla gecikmedi gecenin şeytanlarının üzerime kapanması. Mutsuzluk bütün beynine yayılmış bir tümör.

Daha çok, okyanusun ritmik sesi ve toprağın kokusu tehdit ediyordu aklımı. Ağzından çıkan bir kelime tüylerimi ürpertti. Üşümeye başladım.Küçük bir çocuk gibi, sokağın ilerisindeki hayattan korkup evime döndüm. Kendi içime döndüm... ÖLÜM yazıyordu bu gece yumruğumda, ama gerçek yüzüm dayanamamıştı makyajıma.hala asmış değilim kendimi, 60 vatlık ampulün ucunda sallandığı kabloya. yine kendimi kandırmıştım. Hayatım boyunca garip olan ne varsa peşinden gitmiştim. İNSAN olmak zordu. Ne söyleyebilirdim ki çelik bir duvara. Önümdeki şise gittikçe küçülmeye başladı gözümde, duyduklarımdan sonra.

Ama başlamak en zoruydu, hiçbir kitapta yazmıyordu.

Alfabeyi tanıyan bir çocuk gibi öğreniyordum. Şimdiye kadar hiçbir gerçeğe sahip olmamıştım ve yine gerçekte var olmayan bir geçmişi kazmak da korkunçtu. Ama artık görebiliyordum, dokunduğumu hissedebiliyordum. Dişlerimiz olduğu için ısırıyoruz, bu yüzden bu kadar vahşiyiz... Gözlerimiz olduğu için hayran kalıyoruz, bu yüzden bu kadar aşığız... Ama uçuyordum yine de! Umutsuzca bunu yapıyordum.

Bütün hayatı televizyondan seyrediyordum, O zamanlar, hayatla aramda ekran vardı. Sonra kırıp geçtim öbür tarafa. HAYATA! Dünden iğrenen bütün insanlar gibi gelecekten konuştuk,,

Yarın, bugünü yaşanabilir hale getiriyordu. Kendimizi bir binanın tepesinden hep beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı! Lotonun çıkma ihtimalini, aşık olunacak insanla tanışma ihtimalini, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: YARIN! Gelecek iyi bir sermayeydi. Yaşadığımız sürece bitmeyen anapara gibi.Gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu.

O zamanlarda kurduğum hayallerin sınırsızlığı ve saçmalığı beni sarhoş ederdi. Kendi kendimi sarhoş edemediğim zaman içkiye başladım zaten...

Her telefonda kanlarımın beynime hücum etmesini ve uykunun kaybolduğu geceleri dinlemek istemiyordum. Eğer yeni bir hayata başlayacaksam, eskiyi unutmalıydım. Ve daha, hafızamda yolculuğumu silememişken, bir de acıların fotoğraflarını albümüme katmak istemiyordum. yırtmak yıllarımı alırdı, o resimleri de...

Uyku, insana verilmiş tek mucize. Kendinden geçmek. Gözleri kapatıp huzura dalmak. Ve uyanıldığında yeniden başlamak. Tek ihtiyacım buydu. Bir zaman dilimi geçmeliydi, yasadıklarımızın üzerinden. Dinlenmeliydi yorgun kalplerimiz, biraz da olsa... Ben uyumalıydım, hiç uyumadığım gibi. Öyle dolu dolu çıkmıştı ki ince dudaklarımın arasından.

Her gece birileri uyurken, sen gözlerin açık kabuslar göreceksin! Ama her zaman bir sıfatı olacaktı adından önce gelen.

Sonunda, vücudumdaki medcezire dayanamamıştı sular. Birden, bütün hayata, bütün gerçeklere, geçmişin bütün acılarına büyük bir tokat patlattı, saçları beyazlaşmış kadın! Ve tonlar çeken sessizlik yavaşça çökmeye başladı üzerimize. Şimdi, yaşadığımıza ve birbirimize dokunabilecek kadar yakın olduğumuza inanmanın zamanıydı. Söylediği her kelime, her harf kızgın bir demirin derime değmesiyle aynı acıyı veriyordu. uçurumdan aşağı sallandığım hissini vermişti. Nasıl gizleyebilirdim ki, çaresizlik içinde çırılçıplak yüzerken? Gizleyemezler içlerindeki fırtınayı.

Fısıltısıydı unutması en zor olacak parçası geçmişimin. Her çiğnediğimiz metrede kalbimin hızlanmasını bekliyordum.

Peki, insan olmanın bedeli neydi?
Ve bir dekor kırılır, yerine yenisi gelir....

Hayatı yok etmenin zamanı asla gelmez, çünkü bir saat sonra yaşayacaklarını bilemeyecek kadar insansındır... Kafamızdaki en gizli hayalleri ortaya çıkarmak için kurulmuş olan şeytani bir ortaklıktır yaşam. Sadece nefes alabildiğim için yaşıyor olmayı kendime yakıştıramıyordum.

Ama birden fark ettim ki ne ben, ne de başka birisi hiçbir yere ait değildi. Ve dönüp içime baktığımda , göle eğilmiş bir çocuk gibi sadece kendi yüzümü gördüm...

Hayatımı bir hayvan gibi yaşadığım günlerde boynuma taktığım tasmanın üzerindeki elmaslar. ZEVK ve ACI. Hayatın anlamı. Merak edilir, sorulur her yerde. İşte söylüyorum! Hayat, olene kadar hissedilen zevklerden, cekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. Hayat=zevk-acı. Sonuç pozitifse yaşamışsındır hayatı. Negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. Tabii bir de sıfır olma ihtimali var. Bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya. Erken ayrılmışsındır partiden, göremeden sonunu... Nasıl eksik oysa! Ne kadar ilkel. Ne kadar korkunç. Nasıl bir insan kendini bu denli aza indirebilir? Nasıl sadece iki zıt elektronik sinyalin, bütün varlığına hakim olmasına izin verebilir?

Aklım bir fırtına kadar karışık,

Titriyordu boşalan zihnim, aç bir çocuk gibi. Gaz lambasına ikinci fitili taktığında ben hala yazıyordum......

Hayatı öpmediğim gibi öpüyorum ölümü!


* Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra adlı kitabından parça alıntılardır...